Ökkeş Karaoğlu

MKP Açıklamasından;

06.12.1970 G.Antep İslahiye doğumlu olan Ökkeş yoldaş öğrenimine 1977 yılında İslahiye Cumhuriyet ilkokulu’nda başlamış ve 1982 yılında İslahiye Ortaokulu’nda orta öğrenimine başlamıştır. 1983 yılında orta 2. sınıfı Urfa Ceylanpınar’da ablasının yanında okudu. Ortaokulu İslahiye Ortaokulu’nda tamamladıktan sonra lise öğrenimine 1985 yılında İslahiye Lisesi’nde devam etti. 1987-88 yıllarında Adana Doruk Dershanesi’ne gitti. Aynı yıl Bursa Uludağ Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümünü kazandı.

Üniversite 3. sınıftayken okuldaki siyasi faaliyetleri nedeniyle tutuklanıp İstanbul Bayrampaşa Hapishanesi’nde 3 ay yattı. Hapishaneden çıktıktan sonra 1 ay okuluna devam etti. Bursa Üniversitesi gençlik faaliyetinden bir grup yoldaşıyla Dersim gerilla bölgesinde gerillaya katıldı.

1992 yılında parti üyesi oldu. Yeldağı yürüyüşündeki gaziler içerisindeydi. Partimiz tarafından yurt dışına çıkarıldı. 1994’te Yurt dışı Bürosu’na atandı. 1995’te tekrar ülkeye döndü ve düşmana esir düştü.

1996 ve 2000 şanlı Ölüm Orucu direnişimizin militanlarından biriydi. Eylül 2002 1. Kongremiz sonrası yeniden parti üyesi olarak Marmara Bölgesi’nde görev aldı. Marmara Bölgesi’nin toparlanmasında önemli bir rol oynadı. Komünizm davasında yoldaşlarıyla aynı beden ve yürek olarak Halk Savaşı’nı yükseltmeye çağırarak ölümsüzleştiğinde 2. Kongre delegesiydi.

NIYETİNİ, HAYATININ PUSULASI YAPAN ADAM;

YUSUF (ÖKKEŞ KARAOĞLU)

Aslında, “malum” haberden sonra, hep yazmak istemiştim ama, bu istek sürekli içimde düğümleniyordu. Seni ve sizleri yitirmiş olmayı kabullenemiyordum. Kabullenmek de istemiyorum. Ama içimdeki bu yazıp yazamama ikilemi içinde daha fazla kalmak da istemiyordum.

Seninle Yunanistan’da, Lavrion Mülteci Kampında tanıştık. Ben; devrimci mücadeleyi bırakarak, Avrupa’ya kaçışın ilk limanı olan Yunanistan Lavrion’a demir atmıştım. Sen ise; tedavi amaçlı geldiğin Avrupa’dan bir an önce ülke’ye dönüşün hesaplarını yapıyordun. Sen, Yunanistan’ın Yusuf’u olurken, ben de Özgür Hoca’sı oluvermiştim. Benim icin Yusuf’un anlamı ve önemi çok farklıydı. O farklılık ve önemli olma hali hala devam ediyor.

Eskiden aynı devrimci yapı içerisinde yer alırken, şimdi ayrı düşmüştük. Seninle dönem dönem, çok tartışırdık. Ayrılıkların neden ve niçinleri üzerine. Ben, kendi faaliyet alanımda bizlere karşı yapılan haksızlıkları, PP’ne yakışmayan hal hareket davranışları, P kültürune aykırı yapılanları, yaşatılanları anlatırken, sen de avrupadaki gelişmeleri kendi pencerenden bana anlatırdın. Bunların yanı sıra yine bazı temele, siyasal, politik konulara ilişkin sohbetlerimiz de olurdu. Sonuçta birbirimizi ikna edemesekde, karşılıklı birbirimize kattığımız çok şeyimizin olduğunu düşünüyorum. Çünkü; yaşamda hiç bir şey bir başka şeyi tek yönde etkilemez, karşılıklı bir etkileşim vardır.

Bir söz vardır: “Kim olduğun o kadar bağırıyor ki, ne dediğini duyamıyorum”. Burada en önemli mesaj insanın kendisidir. Yaşamın kişiliğinin aynasıydı. Insanlara karşı davranışlarını düzenleyebiliyordun. Büyükle büyük, küçükle küçük olabiliyordun. Bir Xalo Dayı’mız vardı. Onunla ilişkilerin, yaşlılarımıza karşı gösterilmesi gereken tavrı belirtiyordu. O’nunla konuşurken, O’nun yaş seviyesine çıkardın. Küçük Eren’in kafasını okşarken de içindeki çocuk sevgisi kendisini dışa vuruyordu. Senin gibi o alanda “sorumlu olan” ancak, bunların burunlarının ne kadar havada olduğunu da çok iyi biliyorum. O “bazıları”nın Lavrion’a gelmesini pek istemezdi aslında komünde kalanların çoğu. Ama senin gelişine hepsininde sevindiğini belirtebilirim. Bunların nedenleri ise; malum “insan davranışları” idi. Zaman her şeyin dermanıydı. Geçen süreç içerisinde bu “bazıları”nın yaşam düzeylerini, şu anki hizmet ettikleri hayat felsefesini görmek isteyen herkes gördü.

En büyük özelliğin; devrimci mücadeledeki kararlılığın, cesaretin, azimliliğin, sosyal ve kültürel birikimin, kendine olan güvenin, kendine ve topluma karşı sorumluluğun bilincinde olmandı. Bir insanin sorumlu olması için, o insanın sorumlu tutulacagı konuda bir farkındalığı, bir bilinci olması gerekir. İşte sen, kişisel bütünlük içinde sorumluluk taşıdığının farkındaydın. Yani, düşünce, duygu ve eylemlerinin ahenk içinde olmasından dolayı hesap vermeye hazırdın. Çünkü sen, ne yapacağın konusunda kararını vermiştin. Bir insanın, kararlarının sorumluluğunu kabul etmesi demek, o kararlar uğruna ölmeye hazır olması demektir. Sen buna çoktan karar vermiş ve hazırdın. Çünkü sen, ölüm bilincininde farkındaydın ve ölümü küçülterek yaşayanlardandın. Bunu yaşamınla bir çok kez kanıtlamıştın. Neydi ölüm bilinci? Ölüm bilinci, sonsuza dek varolamayacağımızı bilmemizi, şimdi ve şu anda yaşıyor olmamızın sorumluluğunu almamızı sağlar.

Yunanistan (Lavrion)’daki birçok sosyal-kültürel etkinliğin altında da, esasta senin imzan vardı. Ben de eşimle birlikte, yapmış olduğunuz etkinliklerin coğuna elimizden geldiğince yardımcı olmaya, katkı sunmaya calışıyorduk. Benim yazıp oynadığımız bir skeçten sonra “Hoca gel güzel bir tiyatro oyunu yazalım” demiştin. Aslında kafanda bir senaryo canlanmıştı senin. “Düşündüğün bir şey var mı?” dediğimde, “tam değil ama, bir konu var” demiştin. Oturup biraz konuşmuştuk. “Taslağı sen yazmalısın, çünkü fikir sende şekillenmiş” dediğimde, “tamam, ben bir taslak yazayım, sonra birlikte geliştiririz” demiştin. Oyunun konusunu çok iyi tasarlamıştın. Tam da gündeme denk düşüyordu. Konu; gözaltında kayıplardı. 1995 yılında çok kısa aralıklarla insanlar gözaltına alınıyor ve bir daha da kendilerinden haber alınamıyordu. Bunların ilklerinden biri Hasan Gülünay’dı. Hasan Gülünay, TKP/ML taraftarlarındandı. 20 Temmuz 1992’de Istanbul’da gözaltına alındı. Bir daha da kendisinden haber alınamadı. Yine son dönemlerde Hasan Ocak gözaltında kaybedilmiş ve iyi bir kampanyayla gözaltında kayıplar kamuoyunun dikkatine çekilmişti. Bu nedenle “Hasan” ismi, gözaltında kaybedilecek olan kişinin ismi olarak uygun bulunmuştu Yusuf tarafından. Birlikte, hazırlanan taslağı gözden geçirdik. Yapılacak bir iki değişiklik ve eklemeyle son halini verecekti Yusuf. Oyunun yazımı bitirildi. Sıra oyunu sergilemeye gelmişti. Rollere uygun arkadaşlar bulundu ve calışmalara başlandı. Etkinliğin sunulacağı gece geldiğinde, her şey hazırdı. Oyun Lavrion Kampı’nın içinde oynanmaya başlandı. Bütün Kamp sakinleri davetliydi. Oyun, pür dikkat izlendi. Bitimde ise; izleyicilerin sergilenen oyundan ne kadar etkilendikleri, attıkları sloganlardan ve alkışlardan belli oluyordu.

Bu oyunda rol alan iki arkadaşı anmadan geçemeyeceğim. Bunlardan biri; sorgucu polisi oynayan Deza (Ramazan Kilavuz), diğeri ise; gözaltında kaybedilen Hasan’ı oynayan İhsan’dır. Ihsan, Almanya’ya geldikten sonra elim bir olay sonucu öldürüldü. İhsan’ın kayıbı çok büyük bir talihsizlik ve acı bir kayıptır. Ihsan da iyi arkadaşlardan biriydi. Ve Deza; 4 yılı hücrede olmak uzere toplam 11 yıl Diyarbakır zindanlarında yatmıştı. Işkencenin her türlüsünü görmüştü. Birçok şey paylaştık Deza’yla. Yunanistan’da ve sonrasında Isviçre ve Hollanda’da. Avrupa’daki yaşam birçok insan gibi Deza’yı da psikolojik olarak olumsuz yönde etkilemişti. Psikolojik rahatsızlığı öncesi çok iyi bir insandı. “Insan gibi insan” O’nun gibilere söylenir herhalde. Bir süre psikolojik tedavi görmesine rağmen 3 Haziran 2001 tarihinde Isviçre-Luzern’de intihar ederek yaşamına son verdi. Deza ve Ihsan’ın kayıplarını da bir türlü kabullenemiyorum. Her hatırladığımda yüreğimden birşeylerin kopup gittiğini hissediyorum. Tiyatroda oynarken Deza’nın; “Olayın wehametini anlıyor musun Hasan!” deyişi hala kulaklarımda çınlıyor. Deza “V” diyemez, “W” derdi. Yani “Vehamet”i “Wehamet” olarak telaffuz ederdi.

Sanırım 1996 veya 1997 Mayıs’ında, her yıl Almanya’da düzenli olarak yapılan Ibrahim Kaypakkaya’yı anma gecesini izlerken; etkinlikte tiyatro da vardı. Tiyatro oynanmaya başladı. Baktım… bu oyun Yunanistan’da Yusuf’un yazıp oynadığı oyun… Daha dikkatli bakinca Hasan’ı oynayanın Deza olduğunu gördüm… Çok şaşırmış ve daha da heyecanlanmıştım. Bu benim için müthiş bir sürprizdi. Oyunun bazı yerleri revize edilerek, bir kısım ekler de yapılmıştı. Burada oynayanlar biraz daha profesyonele yakın oynadılar. Oyun daha da etkileyici hale gelmişti. Oyun bittikten sonra çok gururlanmıştım. Çünkü oyunu binlerce insan izlemişti. Tepkiler de çok iyiydi. Deza’yla da görüştük. Hasret giderdik.

Yunanistan’da bu oyunu izledikten sonra, kendi kendime “Evet, Yusuf ileride iyi bir yazar olabilir. Hatta Yel Dağı Yürüyüşünü ve şehitlerini anlatan bir anı-roman yazabilir.” diye düşünmüştüm. Yel Dağı Direnişini birilerinin anlatması gerekiyordu. Yusuf, Yel Dağı Direnişini yaşayanlardandı. Yel Dağı Direnişini anlatırken nasılda heyecanlanıp hüzünleniyordun. Az şey yaşanmamıştı. Kayıplar büyüktü. Birinci Körfez Savaşıyla birlikte TKP/ML Konferans kanadının “Emperyalist Savaşı iç savaşa çevir” şiarıyla gerilla mücadelesini yükseltmek için yaptığı“Gerillaya Katıl” çagrısına ilk cevap verenlerdendin. Sen zaten ilk kararını o zaman vermiştin. Bu süreçle birlikte başlıyordu gerilla yaşamın. Yel Dagı’ndaki barınağın açığa çıkmasıyla birlikte, tamamen imha olmamak için 50 civarındaki gerilla birliğiyle o zorlu kış koşullarında, zemheride uzun yürüyüşe çıktınız. Bu kaçınılmazdı. 21 Ocak- 10 şubat 1993 tarihleri arasında 6 yoldaşımızı ( Zeki Peker, Erkan Fener, Barbara Anna Kistler, Ali Ekber Batasul ve Ali Ihsan Yalçın) yitiriyorduk Ondan fazla arkadaşımızın da, donma nedeniyle kangren olmuştu ayakları. Bunlardan biri de sendin. Tedavi edilmek üzere Avrupa’ya çıkarıldınız. Çoğunuzun ayakları; parmaklarından ve muhtelif yerlerinden kesilmişti. Seninde her iki ayak parmakların köklerinden kesilmişti, Sadece bir ayağında, serçe parmağının yarısı kalmıştı. Dolayısıyla bu destanı en iyi yazacaklardan biri de sendin. Ben bunu yazacağından çok emindim. Bir ara bu düşüncemi de çınlattım Yusuf’a. Ama bana bu konuda hiçbir cevap vermemişti.

Yüzün sürekli Türkiye’ye dönüktu. Yine birgün oturuyorduk üst odada. Ayaklarinı göstererek “Hoca, yakalarlarsa beni, þu parmağıma elektrik verirlermi?” diye sormuştun tek ayak parmağını göstererek. Ayaklarına şöyle bir bakmıştım merakla. Ayağının birinde hiç parmak yoktu. Parmakların beşi de köklerinden kesilmişti. Diğer ayağının ise, dördü kökünden kesilmişti. Ayak serçe parmağın ise tirnağın tam kökünden kesikti. Yani ayaklarında sadece yarım parmak vardı. Yüzüne bakmadan, “Bilirsin, işkencecide vicdan olmaz. Alçaklar… bulabildikleri her çıkıntıya, elektrik kablosunun bağlı olduğu halkayı takmaya calışacaklar” demiştim. Sen de arta kalan yarım ayak parmağına bakarak “Bunu niye kesmemişler ki?” demiştin. “Yusuf! sen nasıl yürüdüğünün farkında mısın?” diye sormuştum. Sen de “Niye? Nasıl yürüyorum Hoca?” demiştin. “Yürürken, ayaklarını yay gibi kaldırarak yürüyorsun. Sanki önünde bir engel varmış gibi. Bir de adımlarını uzun uzun atıyorsun.” deyince, “Evet Hoca, bunu bana başkaları da söylemişti. O alışkanlığı daha atamamışım üzerimden.” demiştin. “Ülke’ye gideceksen ve de şehirde kalacaksan, bu alışkanlıklarından arınmalısın. Yoksa keklik gibi avlanabilirsin. Çok şüphe çeker.” önerime de “Haklısın. Buna dikkat etmeliyim.” demiştin.

Kampta, komün elemanlarının eğitim calışmalarını da sen veriyordun. Senin vermiş oldugun siyasi egitim calışmalarının cok zevkli geçtiğinden eminim. Cünkü oradaki davranışların da yaşamının aynasından biridir. Dolayısıyla eğitim çalışmalarına katılanlar düşünce dünyalarına bir zenginligin katıldığını ufuklarının genişlediğini farketmişlerdir. Verilen bu eğitim çalışmalarınıza ben ve eşim katılmıyorduk. Çünkü biz, sizin komününüzde misafir olarak kalıyorduk. …..

……

Bir süre sonra biz Hollanda’ya giderken, sen de Turkiye sınırlarından dalıyordun içeriye. Türkiye’ye girerkenki yüz ifadeni, sevincini görmek isterdim. Ama içini müthiş bir sevincin kaplamış olduğundan eminim. Ait olduğun topraklara, uğruna canını vereceğin halkın içine karışmıştın artık.

Kısa bir zaman sonra yakalanmış, cezaevine gönderilmiştin. Cezaevlerinde de pek olumlu şeyler gelişmiyordu. Cezaevlerinde saldırılara karşı direnişler de ilmik ilmik örülüyordu. 1996 Süresiz Açlık Grevi ve Ölüm Orucu süreci başlıyordu. Sen yine hic bir tereddüte yer vermeden ölüm orucu direnişçisi oluyordun. Buraya gelen video görüntülerinizi izlerken, seninle gurur duyduğumu itiraf etmeliyim. Zafere olan inancın; duruşun ve konuşmalarınla bütün çıplaklığıyla orta yerde duruyordu. Başındaki kızıl banda layık olmaya çalışıyordun. Bu süreci, “ölümü küçülterek” yeniyordunuz.

Devlet 19 Aralık 2000’de, 20 cezaevine yaptığı saldırıyla 28 devrimciyi katletmiş, diğerlerini de F-tipi cezaevine, hücrelere atmıştı. Bu süreçlerde başlayan Ölüm Orucu ve fiili direnişlere de tereddütsüz katılmıştın. Cezaevlerindeki uzun süreli direnişler nedeniyle bedenin bir hayli yıpranmış ve çeşitli kalıcı rahatsızlıklar da almıştın. Birçok ölüm orucu gazisi gibi sana da “tek başına yaşamını idame ettiremez” türünden verilen raporla serbest bırakıldın. Her birey, kendi yaşamının anlamını yaratmak durumundadır. Sen yaşamının anlamını yaratmakla kalmıyor, büyütüyordun.

Değişimi bilinçli olarak yapmayı göze almak, gayret ve cesaret ister. Sen bu gayret ve cesarete sahip olanlardandın. Ölüm bilinci, sonsuza dek varolamayacağımızı bilmemizi, şimdi ve şu anda yaşıyor olmamızın sorumluluğunu almamızı sağlar. Bir çok ölüm orucu direnişçisi, bu sorumluluğu almaya cesaret edemediler. Sen tam aksine; anlamlı, coşkulu ve güçlü bir yaşamı seçtin.

Yüreğinize sevinci, coşkuyu, cesareti, bilgiyi, gayreti alarak; düşlediğiniz yarınları yaratmak için dorukları feth etmek üzere düşmüştünüz yollara. Iyisi kötüsüyle, doğrusu yanlışıyla geçmişinizi gözden geçirerek, geleceğinizi karar altına almaya gidiyordunuz. Sizler niyetinizi yaşamınızın pusulası olarak tayin etmiştiniz.

Devrim sevdalıları, zirveye varmak için tırmanıyolardı Munzur Daðları’nı.

Kuşanmışlardı dorukları feth etme cüretini.

Içlerinde; Kaypakkaya geleneğinin “dinozorlar”ından Cafer Cangöz, Aydın Hanbayat gibi devrimin eğilmeyen “çınarlar”ı vardı.

Onlar, 17 eğilmez baştılar.

Onlar, bu düzeni 17 yerinden 17 kez paramparça edenlerdi.

Isyan bayrağını 17 kez çekiyorlardı göndere.

Tereddutsüzdüler.

Cesaret ilmini nakış nakış işlemişlerdi benliklerine.

Ölümleriyle de UMUT ekiyorlardı ardıllarına.

Ölüm 17 kez rezil rüsva oluyordu Onlar’ın “Duruşlarıyla”.

Yitişlerine kahrediyordu Munzurlar, Alpler, And ve Himalayalar.

Güneş utanıyordu doğmaktan,

Irmaklar akmak istemiyor,

Denizler, okyanuslar kurumak istiyor,

Rüzgar esmenin, kuşlar uçmanın anlamsızlaştığını söylüyor,

Kayalar heybetliliklerini yitirmek istiyor,

Doğa, doğallığına küsüyordu bu ihanet ve vahşet karşısında.

Kısa da olsa Cafer Cangöz’le ilgili bir anımı anlatmak istiyorum: Tam hatırlamıyorum ama sanırım 1978-79 yıllarıydı. Henüz çocuk yaşlardayım. Aylardan Temmuz olmalı çünkü, köylerde buğday biçme zamanı. Biz tarlada buğday biçiyoruz. Baktık bir grup arkadaş geldi. Hepsini de çok seviyorduk. İçlerinden biri Çoban (Cafer Cangöz)’dü. Biz buğdayı orakla biçiyorduk. Çoban, önce bizi izledi. Sonra “Kirvam niye tırpanla biçmiyorsunuz?” diye sordu. Biz de “hic tırpanla biçmedik. Ayrıca tırpanla biçersek başaklar hep dökülür.” dedik. Bana, “Kirvam, sen git tırpan, varsa tırmık ve biraz da tel getir.”dedi. Hemen koşarak gidip getirdim. Tırmığı sapından çıkardı. Tırmığı tırpanın sapı ve bıçağı (demirin) birleştiği yere telle bağladı. Sağlamlaştırdı. Kalktı yerinden. Başladı tırpanı sallamaya. Tırpanı sallarken bir yandan da sağ ayağını da tırmık gibi kullanarak, her tırpan sallayışta kocaman bir deste buğdayı sol tarafa yığıyordu. Biz sadece bu desteleri toplayıp girze olarak bağlıyorduk. Koca tarlanın yarısı kısa zamanda biçilmişti. “Kirvam şimdi öğrendiniz mi nasıl biçileceğini?” diyerek “Amaç yaşamı daha da kolaylaştırmaktır. Bu yöntemle ekinleri daha erken biçebilirsiniz.” demişti. Çoban, böylece yaşamımıza bir kolaylık saplamıştı. Zaten devrimcilerin görevi de balıkçıya balık avlamayı öğretmek değilmiydi? Çoban bunu da en iyi biçimiyle yapmıştı.

……

Bu halk seninle birlikte MKP Önder kadro ve savaşçıları olan; CAFER CANGÖZ, AYDIN HANBAYAT, BERNA SAYGILI ÜNSAL, GÜLNAZ YILDIZ, TAYLAN YILDIZ, ALAATTİN ATAŞ, OKAN ÜNSAL, CEMAL ÇAKMAK, ALİ RIZA SABUR, KENAN ÇAKICI, İBRAHİM AKDENİZ, BİNALİ GÜLER, DURSUN TURGUT, ÇAĞDAŞ CAN, AHMET PERKTAŞ, ERSİN KANTAR ve ÖZLEM EKER’i unutmayacaktır.

15 Şubat, 2006

Hollanda-Leeuwarden’dan

İşçi-Köylü Gazetesi Okuru-(Özgür Hoca)