Meral Yakar

“yenilenmenin en temel dinamiklerinden birisi, kendi iç zenginliğini hayata dayatan ve onu derinlemesine bir üst seviyede yeniden yaratan kadının çabası. „

Doğum Yeri: Gaziantep – Nizip
Doğum Tarihi: 1950
Ölümsüzlük Yeri: İstanbul
Ölümsüzlük Tarihi: 25 Ocak 1973
Kod Adı: Kinem
Konumu: Parti Üyesi

İstanbul’da Çapa Tıp Fakültesi öğrencisi iken mücadele
içinde yerini alan Meral Yakar aynı zamanda TKP (ML)’nin
ilk kadın üyesi oldu. Bir yoldaşının, silahını temizlerken
meydana gelen kaza sonucu yaralandı. Yoldaşı tarafından
hastaneye kaldırılan Meral Yakar, ağır yaralı olmasına
rağmen işkenceye alınarak katledildi.

Yaşama Dair (Işık Kutlu)

“O,
ne önde
ne arkada
sırada
sıramızdaydı.
Ve arkadaşının kanlı başı onun omuzuna eğilince
ona sıra gelince
sayısını saydı.
Söz istemez
Yaşlı göz istemez.
Çelenk melenk lazım değil.
Susun.
Sıra Neferi Uyusun.”

Geçtiğimiz pazartesi günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden bir armağan geldi. Tahta üstüne çizilmiş bir resim
ve birkaç dize. Resimde Mart’ta yitirdiğim vardı. Bir daha geri gelmiyecek olduğunu düşündüğüm. Ama işte
yılların ötesinden yoldaş sıcaklığındaki ellerden çıkıp gelmişti bana.
“Ah/sözlerin/senin/söyleyemediğin/sözlerin/yarın/arkadaşların/söyleyecek/hepsini/arkadaşların.” Sözleri
kazınmıştı resmin yanına bir yemin gibi. Armağanların en güzelinin yoldaş devrimciler olabilmek olduğunu
düşündüm birden. İçim aydınlandı. Savaşçı ellerin, kavgayi söyleyen dillerin unutmayı bilmediğinin ayrımına
vardım sevinçle. Bizim gücümüzdeki sır da buradaydı işte. Belki bir kez karşılaşmamış yüreklerin aynı acıları,
aynı sevinçleri duyabilmeleri, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebilmeleri ve tek başına ölüme bir adım kala bile
bu koskoca bu yaşanılası dünyada yalnız olmadıklarını duyumsayabilmeleri gerçeğinde.

Resme baktım. 19 Mart 1973’te vurulan yoldaşımın tek fotoğrafından çizilmişti. Ölenin kendisi gibi yalın ve
gösterişsiz. Onu aydınlık bir Nisan gününde tanımıştım. EKB’de ortak ders aldığım Çapa Tıp’lı arkadaşım Faik;
“bizim okulda da senin gibi düşünen arkadaşlar var. ,İstersen seni onlarla tanıştırayım” dedi. Sevinçle kabul
ettim. O sırada TIP çizgisine eleştirel yaklaşıp “Aydınlık” dergisinin çizgisini savunuyorduk. 12 Mart darbesi
gerçekleşmiş. Aydınlık çevresi yeraltına çekilmişti. “Şafak” adlı yeraltı gazetesi çıkıyordu. Faik konuşmamızdan
birkaç gün sonra beni şafakçı arkadaşlarla tanıştırdı. Pırıl pırıl gülümseyişi olan bir kız ve bir erkek. Cıvıl cıvıl
konuşan kızın adı Meral Yakar’dı. Elinde sigarası, yüzünde gülümseyişi eksik olmazdı hiç. Delikanlı ise Ahmet
Muharrem Çiçek, devrimi görmeden ölmek istemeyen bir kavga emekçisi. O günden sonra hiç ayrılmadık. Ahmet
aramızda olurdu hep, Meral’le ben haylaz çocuklara benzerdik. O, sakin ve biraz da şaşırmış gibi bakardı
dünyaya. Böylece kararlılığını ve çelik iradesini gizlerdi sanki. Kendi fakültemiz dışındakilere girmek yasakken,
her okula girip çıkardık birlikte. Bir gün kazayla yere dökülen bildirilerimizi herkesin önünde fütursuzca toplar, bir
başka gün eylem yerimizi herkesle birlikte seyretmeye giderdik.

Ardından hiçbir şey olmamış gibi iddialı bir tavla maçına girişirlerdi Meral’le Ahmet. Bense şaşkın bir seyirci
olurdum parmak hesabı, oyunu takip etmeye çalışan. O sıralar kendine Çernişevski’nin roman kahramanı
Rahmetov’u örnek seçmiştim. Meral ve Ahmet’e büyük bir coşkuyla mücadeleyi engelleyecek her türlü ilişkinin
yanlış olduğunu anlatırdım. Evlilik yasak olmalıydı. Duygusallık yasak olmalıydı, devrimden başka bir yaşamı
bilmemeliydik. Sessiz bir gülümsemeyle dinlerlerdi beni. Ne düşüncelerime karşı çıkar ne de onaylardı. Bir gün
parmağında bir nişan yüzüğü gördüm Meral’in. “Hayrola?” dediğimde, öylesine taktığını söyledi. Birkaç gün

sonra Fen Fakültesi’ndeki bir işimizi bitirmiş, Yenikapı’ya doğru yürürken: “Biz nişanlandık, kızma tamam mı?”
deyiverdi Meral. Kurallarımın yalnız kendi payıma olduğunu söyleyip kutladım onları. Neşeyle çay ve simit
ziyafeti çektik kendimize.

Şafak hareketinin önderlerinin Söke dağlarında yakalandığı günlerdi. İbrahim Kaypakkaya’nın Doğu Anadolu
Bölge Komitesi Şubat kararları ve tartışma yazıları elden ele dolaşmaya başlamıştı. Şafak önderleri “İkinci
tasfiyeciler” diyordu Kaypakkaya ve Oruçoğlu’na. Meral, Şafakçıların “Çapalılar” takımındandı. Hemen
tartışmalarda taraf oldu. Söke’de olup bitenleri, o sıralar Hindistan’da savaşan Maocu bir siyasal hareketin önderi
olan Çaru Mazumdar’ı tartışıp duruyorduk. İbrahim, kırsal alandan İstanbul’a gelmişti. Önce Meral ayrıldı ve
hemen profesyonel oldu. Ahmet ve ben kalmıştık. Ardından Ahmet gitti. En son sıkı bir kavga etmiştik ayrılık
yüzünden. Biz tüm bir İstanbul grubu olarak katıldık sürece daha sonra. Evden ayrıldığımda yolumuz önce Ahmet
Muharrem’le bulustu. O artık “Apo”ydu. Tıp Fakültesi öğrencisi gitmiş, yerine sanki ömür boyu emeğiyle çalışmış
bir deri işçisi gelmişti. Yine dünyaya tutkulu, yine gözleriyle gülen biriydi. Bir kuşatmayı yarıp geldiğinde
yüzünde muzaffer bir tebessüm olurdu farklı olarak, biraz da meydan okuyan bir bakış.

Meral’den haber alamadığımız günlerde ortaklaşa calışmaya başlamıştık. Ev arkadaşım topuğundan vurulmuştu.
İşkencede olduğunu biliyorduk. Ardından Meral buluşmalara gelmedi üst üste. Onu birlikte aradık, geçmiş günleri
ve yaşadıklarımızı konuşurduk geceleri saatlerce. İşkenceye direnme konusunda geliştirilen yöntemler,
uygulanan Rahmetovvari yöntemler gündeme gelirdi. Emekçi kadınlar “kanarya” derlerdi Meral’e, herkesle
sıcacık ilişkiler kurar, kalacak yer, para ve destek konusunda mucizeler yaratırdı. İlişkisinin kesildiği bir süreçte
birkaç gün yalnız şekerli suyla karnını doyurmak zorunda kalışını ve bunu komik bir şeymiş gibi karşılayışını
anlatırdı Ahmet. Vurulduğunu ve hastanede olduğunu öğrendiğimiz gün, büyük bir heyecan içindeydik. Çok iyi
bir annesi ve devrimcilere sempatiyle bakan kardeşleri vardı. Onları bulduk. Onu kurtarmayı planlıyorduk.
Öldüğünü öğrendiğimizde bir akşamüstüydü. Sabaha kadar bir gaz lambasının ışığında bildiri bastık Apo’yla.
Geçmişten ve gelecekten konuştuk. En sevgili arkadaşımızı yitirmiştik. Ve onu en iyi çalışarak anlayabileceğimizi
biliyorduk. O gece bastığımız tüm bildirilere gözyaşlarımız karışmıştı. Benim hayranı olduğum Fransız direnişçisi,
ölürken sevinçli yarınlardan söz etmesini bilen Gabriel Peri için yazdığı şiirinde:

“İnsanı yaşatan sözler vardır hani
Arı duru iyi sözler
sıcaklık sözü örneğin güvenlik sözü
Aşk adelet özgürlük sözü
Çocuk sözü incelik sözü örnegin
Bazı çiceklerle yemişlerin adları
Yiğitlik sözü çaba sözü
Kardeş sözü örneğin arkadaş sözü
Ve bazı ülkelerin köylerin adları
Bazı kadınların dostların adları” der Paul Eulard;
“Bizim Peri de onlardan biriydi
Öldü Peri bizi yaşatan şeyler uğruna
Oldu bağrı delik deşik
Ama biz onunla tanıdık birbirimizi daha iyi
Gördük yaşadığını umudun
Dipdiri”.

İşte öyle biriydi bizim Apo’da. En kötü günümüzde hiç yılgınlık görmemiştim gözlerinde ve sözlerinde. Hep
iyimser bir umudu taşırdı üstünde. Hiç yakınmazdı, tembellikten, sekterlikten, kariyerizmden, yalancılıktan
nefret ederdi. Ne görev verilirse onu yapar ve hiç şikayet etmezdi. Kızmazdı, yalnız bir kez, baş olma heveslisi bir
dedikoducu korkağa fena halde sinirlendiğini anımsıyorum. Korkaklık kadar boş cesaret gösterilerinden de nefret
ettiğini bilirim. Yaşama hep tutkuluydu, ama ölüme gönüllü olanların da başında gelirdi. Ve ne yaptıysa hep
gösterişsizce yapardı. Gürültüsüz türkü söylemenin bir erdem olduğunu ondan öğrendim ben.

19 Mart 1973 sabahı, vurulup düşeceği eve doğru yürürken de aynı yaşama sevinci ve aynı gösterişsiz inançla
yüklüydü. Aklı yapacağı toplantıdaydı. Çok güvendiği bir arkadaşıyla tanıştıralı çok olmamisıştı beni. Genç
taraftarlarımızın evine gidiyorduk. Kapıyı çaldığımızda Tomsonlu polisler karşıladı bizi. Kimi zaman Ahmet
Muharrem’i ve bir çatışmayı anlatan yazilar okuyorum. Hayal gücünün ürünü coğu. Hayal gücü, devrimin
vazgeçilmez yetilerinden biridir kuşkusuz. Ama gerçekleri anlatırken değil. Ahmet Muharrem ve arkadaşları
kuşatılmış bir eve girdiler, esir alındılar. Sonra kurtulmayi başardılar ve bu arada çatışma cıktı. Olay bu kadar
basit. Demlice bir çay koyup oturmuş konuşurken evleri basılmadı yani! Yakalanıp elleri kelepçelendiği anda
soğukkanlıydı. Görevlilere beklemekten sıkıldığını söylerken de. “Bari şu kağıtları verin de oyun oynayalım
derken de, kelepçelerden kurtulurken de. “Galiba burada öleceğiz İlhan arkadaş” derken de.

O Apo’ydu. Yoldaşım ve dostum. Anımsıyorum. O gençlik dolu günlerde bazen devrimden sonrayi konusurduk.
Kamo hakkında bir yazı okumuştuk birlikte. Sanırım Krupskaya’nın bir yazısıydı. “Masa başında oturmak yaramaz
bize, heyecansız sıkılırmıyız dersin İlhan yoldaş?” diye sormuştu bana. “Kesin sıkılırız” demiştim ben de, onun
sıkılmaya vakti olmadı. Bense devrimciliğin başlı başına heyecan verici bir serüven olduğunu yaşayarak
öğrendim. Ölüme giderken gelecekten emindi ve yalnız ardından kalan yoldaşlarını düşünüyordu. Ben vurulmuş
yatıyordum. Sorduğunda iyi olduğumu söyledim ona. Vedalaştık. “Hakkını helal et” dedi. Hiç unutamıyorum.
Dinsel bir söz değildi kesinlikle. Yaşananlara, paylaşılanlara bir vedaydı. Uzun söz söyleyecek zamanı yoktu. Yine
en yalınını söyledi. “Göreyim seni, ağzından tek söz çıkmayacağını biliyorum” dedi ve çekip gitti. Sonra
sloganlara ve silah seslerine kesti ortalık. Kararlı ve dimdikti. Arkadaşını kalkan yapıp üstüne yürüdüler. Ona
devrimci onurunu korumasını haykırdı. Bir onur anıtı gibiydi. “Biz Türkiye’nin kahraman halkları/Devrim ile
alacağız hakları” diyordu marş. Tutkuyla söylerdi bu sözleri, yürekten duyarak. Öldüğünde gün akşama eriyordu.
Son ana kadar devrimi söylemeye devam etti.

O Apo’ydu, dostum ve yoldaşım. Yaşamanın paylaşmak demek olduğunu bilen, sevmeyi bir ödül sayan sevgili bir
yürek. Yoldaş sevgili yürekler onu bana yolladılar ışıklı bir Nisan gününde. Bana, yaşamı, dostluğu, direnmeyi ve
inat etmeyi anımsattılar bir kez daha. Onu hep yaşammış gibi düşündüğümü yazmıştım yıllar önce. Yine öyle
düşünmeye devam edeceğim, umuttan öte düşlerimiz ve sınıfsız topluma dair diretmişliğimizle. Nöbeti her şafak
devralanlarla büyüteceğiz kavga ateşini. Şöyle diyordu şiir:

“Yoksun!
Martın ondokuzu
Hüznün kapıları yarı aralık
Gözlerin geçiyor gözlerimin ucundan
Yine yarınlara uzanan aydınlık
Bir selammışçasına gülümsüyorsun
Daha çitleri fırlatıp atmamış olsak da
İnan, birlikte dövüşmek istediğimiz
Büyük fırtınadan yana esiyor günler
Ve karanlığı süpürmeye tutkulu
İhtilal çağrısı sevdalı güneşler büyütüyoruz”.