İbrahim Kaypakkaya

Bir devrin sembolü diyorlar şimdi adına Ve imgelerin en ulaşmaz doruğunda Ey herşeye bitti diyenler Korkunun sofrasında Yılgınlık yiyenler Ne kırlarda direnen çiçekler Ne kentlerde devleşen öfkeler Henüz elveda demediler Bitmedi daha Sürüyor o kavga ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek A.Yücel

“Eğer görkemli bir yaşama hizmet ediyorsa, insanın kendi yaşamını yitirmesi felaket değildir. Felaket, yaşamdaki derin anlamın yitirilmesiyle başlar. İbrahim o derin anlamların yitirilişine karşı bir duruşun adıdır.”

Doğum Yeri: Çorum – Alaca – Karakaya köyü
Doğum Tarihi: 1949
Ölümsüzlük Yeri: Diyarbakır
Ölümsüzlük Tarihi: 18 Mayıs 1973
Kod Adı: Hamza
Konumu: Parti Genel Sekreteri

BUZULLAR ÇÖZÜLÜRKEN

Tarihinin tanıkları ve arkadaşları onun üzerine nice uğraklar ve nice imgeler dizeledi. Ama, onu anlamak tek başına mümkün olamadı. Çünkü o, henüz 24 yaşındayken Türkiye topraklarının ve Kuzey Kürdistan’ın önemli bölgelerini görüp yaşar. Onların siyasal, sosyal düşünceleriyle buluşma şansı buldu…

ALİ ZÜLFİKAR (Özgür Politika Gazetesi, 17 Mayıs 2003)

“Önümüzde şanlı ve çetin mücadele günleri var, sınıf mücadelesinin varlığına tüm varlığımızla katılalım.”

Güneşin her soluklanışına duyulan heyecan, bazen insanın içindeki deryaları yakarcasına korlaştırır. Ve o an, insan olma cesaretini körükleyen korku ve sevgi arasında gidip gelen bir zelzele yaşanır. Yaşam mücadelesi içinde yaşanan bu çalkantılar, bilimin kantarında mayalandığında nice güzelliklerle işlenmiş önder kişiliklerin destanını yazmaya başlar. Ki dört yanımız buzullarla çevrili olsa da, kardelen çiçeği gibi buzulları yırtarcasına kendi tonu ve rengiyle çetin ama şanlı mücadele denizinde yüreğimize bir cemre düşürür.

Küçük Asya’nın ıslıkları

Mezopotamya coğrafyasının insanlara üzerindeki etkisi, nice insanlara ilham ve bir o kadar zengin bilgelikler yükledi. Ama, bir o kadar da kendi içinde geri yanlarını törpüledi. Bu çoğrafyanın bağrında günümüze evrildiği bu süreç içinde, feodal ve milli ilkelerinden beslenen Kemalizmin insanlar üzerindeki etkisini çözmek, yerleşik halkları ortak mücadele zeminde örgütlemek ve kendi kültürel yaşam ilkeleriyle irdelemek hiçte kolay olmayacaktı. Tarihinin tanıkları ve arkadaşları onun üzerine nice uğraklar ve nice imgeler dizeledi. Ama, onu anlamak tek başına mümkün olamadı. Çünkü o, henüz 24 yaşındayken Türkiye topraklarının ve Kuzey Kürdistan’ın önemli bölgelerini görüp yaşar. Onların siyasal, sosyal düşünceleriyle buluşma şansı buldu. Bu insanın bu seviyeye taşıyan nedenleri tek başına anlamakta mümkün olmadı. İşte bu yazımızda, bu özelliklerinden yola çıkarak, İbrahim’in sanatsal alandaki çabalarını, yaşamın her alanına olan ilgisini, yazarlığı ve kaleme aldığı görüşlerinin mücadele seyrine nasıl yansıdığına kısa bir yolculuk yapacağız.

Karayağız bir çocukken İbrahim Kaypakkaya

1949 yılında Çorum’un Alaca kasabasına bağlı Karakaya köyünde doğan İbrahim Kaypakkaya, ilkokulu; annesinin köyü Karamahmut, Ortakışla ve Alaca’da okur. 1960 yıllarında 11 yaşındayken babası tarafından okuması için “eti senin, kemiği benim” diyerek, İsmail Çoban’a teslim eder. 1960 yılında Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nun sınavını kazanır ve öğrenimini burada sürdürür. İsmail Çoban’ın yanında 5 yıl kadar kalan İbrahim, iyi bir dostluk ve arkadaşlık ilişkisi kurar. Alabildiğine açık kişiliği onu, bilimin ve sanatın deryasına doğru iter. Daha fazla kitaplarla arkadaşlık kurmaya başlar. Derslerine çalışmamasına rağmen, gösterdiği üstün başarı öğretmenlerinin dikkatini çeker. Bu süreç içinde güzel yazı sanatına ilgi duyan Kaypakkaya, dönemin gazetesi AKBABA gazetesinin konu başlıklarını 25 Lira karşılığında el yazısıyla yazarak geçimini bir dönem bu şekilde karşılar. Halkoyunlarına da ilgi duyan Kaypakkaya, kıvrak ve estetik hareketleriyle halk oyunların da da iyi bir grafik yakalar, gittiği her düğünde halayın başını çeker.

“Örnek okul” çalışmaları

Devrimci düşünceyle Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda tanışan İbrahim, Köy Enstitüleri dönemindeki zengin kitaplığı kendine mesken eder. 1963 yılına gelindiğinde okulun kütüphane bölümü ikiye bölünmek istenir. Bu dönemde özellikle, demokrasiden komünizme değin eğitim veren Hasanoğlan Öğretmen Okulu, Türkiye’nin önemli okulları arasında yer alır. Bu durumdan rahatsız olan Hükümet güçleri, okulu “örnek” bir okul haline getirmek için, Amerikalı bir uzman getirilir. Okulun kütüphanesiyle girişime başlayan uzman, ön tarafa basit edebiyat ve dini ağırlıklı kitapları, arka tarafta ise, Tolstoy, Dostyevski, Kesner, Yaşar Kemal, Henry Müller gibi yazarların kitapları “yasak kitaplar” listesinden yer alır. Hanedanlığı boyunca aydınlanma hareketinin önünü kesmek için her yolu mübah gören anlayış bu kez de, demokrat ve devrimci eğitim veren öğretmenler ‘Doğu’ illerine sürgüne göndererek yerine devletin politikasına uygun öğretmenler atar. İbrahim de bu okuldan mezun olduktan sonra, Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Sınıfına bir yıl devam eder ve İstanbul’da Çapa Öğretmen Okulu’na kaydolur.

Ve siyasal areneda…

Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrecisi olan İbrahim, bu yıllarda özellikle devrimci gençliğin çetin mücadele yıllarına kendi bilgilerini ve okuma alışkanlıkları da taşır. Gençliğin antiemperyalist mücadelesine renk katar. Renkli kişiliğinin altında yatan gerçeklik, her düşünceye ve ideolojik akımlara olan saygısı, onların siyasal duruşlarına karşı sakin anti-tezlerini sunması, karşı düşünce insanlarının hışımına yol açar. Kendi geri yanlarına olduğu kadar, diğer anlayışları anlama ve içselleştirme ilkesi, gazete ve dergi yollarıyla siyasal sorunları irdelemesi olgunlaşmasının temel taşlarını teşkil eder. Bazen felsefe bölümü öğrencileriyle yoğun felsefe tartışmalarının harmanına kendini atar. Bazen tartışmalar sonucunda kafası yaralı olarak ayrılmak zorunda kalır. Bu tartışmalardaki akıcı ve oturaklı konuşmalarından etkilenen Muzaffer Oruçoğlu, Kaypakkaya ile bu tartışmalar seyrinde tanışır. Ve okuldaki arkadaşlarıyla birlikte FKF(Fikir Kulüpleri Federasyonu) İstanbul Sekreterliği ile ilişki kurar. Kendi okullarında da örgütlenme çalışmalarına başlayan İbrahim, bu yıllarda TİP üyesi olur. Kaypakkaya, siyasal düşüncelerin bir biçimi olan sanatsal çalışmaları ve şiirleri herkesin dikkatini çeker. Bu süre içinde “Demiri de, kömürü de sökeriz aman. Princi de, Buğdayı da ekeriz aman… İçimizde Faşizme kan damlayan kılıcız, bir gün gelir kinimizi dökeriz aman.” şiirini yazar. Edebiyat ve şiir alanında olan eğilimi, her konudaki bilgisi, alçakgönüllü kişiliği ile kendini tanıyanlar üzerinde derin bir etki bırakır. Mart 1968’de, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndaki arkadaşlarıyla FKF’ye bağlı Çapa Fikir Kulubü’nü kurar.

İbrahim’in borç listesi

İbrahimin’in en kötü alışkanlığı haline gelen edebiyat, sanat ve isyaset üzerine çıkan gazete ve dergilere aboneliği sayesinde ne doğru dürüst yemek yer, ne de aldığı borçları zamanında ödeme şansı bulur. Eline geçen her kuruş parayı kitaba ve dergiye yatıran İbrahim Kaypakkaya’nın borç listesini uzadıkça uzar. Parayı sevmeyen ve para kullanamayan İbrahim’in borç listesini gören Oruçoğlu; “bu ne İbo” deyince, İbrahim gayet sakin bir şekilde, “borç listem” der. Ve ekler “Sen de bana borç vermek ister misin?” Bunun üzerine Muzaffer; “veririm amma, beni borç listenin en üst sıralarına yazarsan”. İbrahim’e borç vermekte, artık farklı bir tad, farklı bir renklilik olsa gerekti. Borç ödemenin bir kültürel yaklaşım olduğunu bilen İbrahim’in insanları nasıl örgütlediği ortaya çıkıyor. Bu kadar kitap ve insanlara yakın bir insanın, önderlik çizgisindeki etkin gücü görmemize yetiyor.

6. Filo eylemi ve okulda atılışı

Kurucuları arasında İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun da bulunduğu FKF, okul yönetimi tarafından tepkiyle karşılanır. Ve devrimci öğrencilere karşı, baskı ve sindirme politikasına başlar. Fikir Kulubü’nün başkanı olan Kaypakkaya, 6.Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atılır. Buna karşı Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı almasına rağmen, Kaypakkaya, artık mücadele alanındaki tercihinden dolayı tamamen Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ile olan ilişkisini keser. Bu süre içinde yine eski dostu olan İsmail Çoban ile birlikte yaşarken, koyu bir kemalist olan Üstteğmen A. Şahin ile tanışır, onunla tartışmaları sonucu onu ikna eder. Bundan sonra İbrahime silah ve mermi yönünde tüm imkanlarını sunan Üstteğmen, görevini bırakmak ister ama, Kaypakkaya buna engel olur. Bu dönemde 6.Filo’ya karşı eylemlere, öğrenci örgütlerinin düzenlemiş olduğu gösterilere katılan Kaypakkaya, FKF ve TİP içinde başgösteren ayrılıklarda, Milli Demokratik Devrim(MDD) görüşünü benimser. Okuldan atıldıktan sonra matematik dersi veren İbrahim, yaşamını idame etmeye, önemli zamanlarını da İşçi-Köylü gazetesinin İstanbul’daki bürosunda çalışarak, Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergisi’ne yazılar yazarak geçirir.

İdeolojik ayrılıklar

1969’da FKF Genel Kurulu’ndan sonra, MDD(Milli Demokratik Devrim) görüşünü benimseyenlar arsasındaki ayrılıkta Mihri Belli’ye karşı, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının başını çektiği, Proleter Devrimci Aydınlık(PDA) çevresiyle birlikte davranır. Bir süre sonra öğrenci hareketinin mücadelesi Kaypakkaya’ya artık yetersiz gelir ve tüm zamanını ideallerini gerçekleştirmek için okuldan ayrılır. Türkçe’ye çevrilen birçok klasikleri, yeni çıkan araştırma kitaplarını, bütün siyasi dergi ve gazeteleri okuyan, inceleyen, tartışan ve fikir üreten Kaypakkaya’nın ilk yazısını, 14 ekim 1969 tarihinde “Türk Solu” dergisinde yayınlanır. Bu yazı aynı zamanda Kaypakkaya’nın MDD saflarına katılışının da ilanı anlamına gelir. 1969 ve 1970 yıllarında yoğunlaşan kitlesel eylemlerin büyük bir bölümünde yer alır. Silivri Değirmenköy’deki toprak işgalini desteklediği için gözaltına alınır. O yıllarda meydana gelen işçi eylemlerini de destekleyen Kaypakkaya, 1971’de Çorum ve yöresini gezerek, izlenimlerini “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” adı altında kaleme alır. Bundan sonra bir süre Malatya, Dersim ve Antep yörelerinde örgütsel etkinlikte bulunur. Sıkıyönetim ilanıyla aranmaya başlanır. 1972’de o güne kadar birlikte olduğu PDA çevresiyle ideolojik anlaşmazlığa düşer. 1972 yaz aylarında kaleme aldığı DABK kararları, iplerin örgütsel olarak da koparılması anlama gelir. TKİİP önderliği, bu gelişme üzerine Kaypakkaya ve yanındakileri tutuklama ve imha planları yapar. TKİİP önderliği, bu gelişme üzerine Kaypakkaya ve yanındakileri tutuklama ve imha planları yapar. Doğu Perinçek, o dönem Tercüman gazetesinde çalışan Elazığ Karkoçan nüfusuna kayıtlı gazeteci Nuretin Çakın ile planları konuşur. Okuldan Kaypakkaya’nın arkadaşı olan Nurettin Çakın, 1968 Muş Varto depreminde yardımcı olmak için hareket eden devrimci kafileyi de ihbar eder. Komplo için de, Kaypakkaya’nın köylüsünü ayarlar. Malatya’nın Kürecik ilçesinde pusu kuran Köylüsü, İbrahim’i tanır ve komplo gerçekleşmez.

Ayrılığın temel çelişkileri

15-16 Haziran 1970 yılından sonra ilan edilen sıkıyönetim, gençlik örgütü Dev-Genç içindeki ayrışmalar hızlandırır. Artık “barışçıl dönemlerin kapandığı” fikri yayılır. Yeni örgütler bu fikri temel alarak örgütlenmeye ve bu doğrultuda pratiğe başlarlar. Bu tarihten itibaren Mao Zedung’un fikirlerini benimsemeye başlar. Kuşkusuz bunda Türkiye’nin yarı sömürge ve O’nun tahliliyle yarı feodal olması önemli bir etkendir. Bir diğer etken ise, 1970’lere gelindiğinde Vietnam Devrimi’nin başarıları, Çin’deki kültür devriminin sarsıntıları, Hindistan Komünist Partisi’nin halk savaşı pratikleri, Kaypakkaya’yı etkileyen iki ana kaynaktan biri olarak öne çıkar. Aynı yıl Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nden(TİİKP) koparak, birlikte olduğu arkadaşlarıyla, Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist, ve ona bağlı Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu kurar. Özellikle Malatya, Elazığ ve Dersim civarında örgütlenen ve gümüze kadar mücadele yürüten MKP(Maoist Komünist Partisi) ve TKP/ML’nin aynı zamanda ideolojik önderliğini de yapar.

İbo’nun şapkası ve illegalite

Kaypakkaya, Oral Çalışlar ile 1971 yaz aylarında Malatya’ya geldiğinde ilişkide olduğu Asgar Yılmaz’dan, Ali Mercan ile ilişki kurmasını için, 6 Haziran 1971 Pazar günü bir kahvede buluşur, ona bir mektup verir. Bir süre sonra kahvehane emniyet güçlerince basılır. Hakkında “gıyabında tevkif” kararı olan Asgar yakalanır, üzerinde TKİİP(Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) üyelerinin adreslerine ve önemli isimlerine ulaşılır. O dönemde radyodan “aranıyor” anonsları yapılır. Bunun üzerine İbrahim ve Çalışlar Kürecik’teki M. Ali ve Hacı Özdoğan’ın evinde saklanır. Kendilerini kamufle edebilmeleri için, elbise değişimleri yapılır. İbrahim Özdoğan’ın alacağından dolayı İranlı Fevzullah adında bir rehinin şapkası, şalvarı ve ceketi Kaypakkaya’ın üzerine tam oturur. Kimlik olayı için Süleyman Kırtepe, halasının oğlu “Foto kemiksiz”e giderek orada İbo’nun fotoğrafını çeker. Bu şapka, İbo’nun mücadelesinin simgesi haline gelir.

İbo’nun yakalanışı

24 Ocak 1973 tarihinde Vartinik-Mirik Mezrası’nda Fehmi Altınbilek ve komutasındaki komandoların köye yaptıkları baskında çıkan çatışmada, Ali Haydar Yıldız öldürülürken, İbo yaralı olarak kaçar. Beş gün çeşitli mağarada aç susuz ve donmak üzereyken bir köye sığınan Kaypakkaya, 29 Ocak 1973’de kaldığı köyde bir öğretmenin ihbarı üzerine yakalanır. Elinden kaçırdığı İbrahim’i ikinci kez ele geçiren Fehmi Altınbilek O’nu yaralı halde yalınayak karlar üzerinde sürükleyerek Diyarbakır sıkıyönetim savcısına teslim eder. Buradan ayakları donduğundan hastaneye yatırılır. Ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın, yemeğine ilaç konularak, donmuş olan ayakları kesilir. İyileştikten sonra üç aya yakın sorgulu günler başlar. Takvim yaprakları ’73 mayısına çevrildiğinde birkaç gün boyunca ona kimse ilişemez, yemekten yemeğe kapısını açıp karavanası verilir. Bir defter ve kalem ister, onu da getirirler. 16 Mayıs 1973’te götürüldüğü sorgudan iki gün sonra Diyarbakır’a gelen babasına, intihar ettiği söylenir ve işkencede parçalanmış cesedi teslim edilir. Babası Ali Kaypakkaya kafadan kesik, karnı, kolları, bacakları, kaba etleri yarılmış, parça parça edilmiş oğlunu görünce, “otopsi”den yanıtını alır. “Peki ya delikler?” sorusu ise, hep yanıtsız kalır…

Kaypakkaya ve tarih

Kaypakkaya ismi, Türkiye Devrimci Hareketi’nin bir dönüm noktasını oluşturur. Çünkü, bugüne değin, revizyonizmden ve kemalizmden kesin kopuşlar yaşanmamış, ve bu sorun tam olarak ortaya konulmamıştı. MLM düşüncesinin deney ve tecrübelerini kendine ışık alarak, ülke coğrafyasında yaşama şansını ve ülkemiz gerçekliğinin altını çizen ideolojik hatlarının altını çizer. 24 yaşında öyle bir tarih yazar ki, kolay kolay sökülüp atılamaz, unutulamaz, unutturulamaz bağlar kurar. Bu açıdan onun sunduğu “demokratik halk iktidarı” perspektifi, yaşadığımız coğrafyanın anlaşılması, halkın içinden geçtiği sürecin algılanması anlamına gelir. “Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” noktasında bir çözüm sunar. O zamanlar Lütfü Baksi tarafından tartışılan Kürt realitesi konusunda İbrahim, Kürt halkının varlığından yola çıkarak, mücadelenin ortak çıkarlar dahilinde örgütlenmesinin yolunu açar. Bu tarih, öyle basit bir ölümün değil, düşmana karşı kazanılan bir manifestonun tarihi anlamına gelir. Bu tarih, ezilen halkların mücadelesinin önünün açılmasının, işkence karşısında, “ser verip, sır vermeme” geleneğinin tarihidir. Hem de kendi ininde, yenilmez sandığı zindanlarında kazanılan bir zaferin tarihidir. Bu tarihi anlamak gerekir. Bugün karınlığın en yoğun olduğu, emperyalizmin ve sol hareketlerin birbirine girdiği, sisli ve puslu bir andır. Bu süreç içinde bu ışık, kendi gücünü burada ortaya koyacaktır. O’nun görüşlerini daha da derinleştirmek, onun mücadelesine bir mihenk taşı daha ekleyebilmektir.

İ.Kaypakkaya’nın ideolojik yaklaşımı

Toplumumuzun en yakıcı çelişkilerinin, feodalizm ile geniş halk yığınları arasında olduğunu, çözümünün ise proletarya partisi önderliğinde Yeni Demokratik Devrim (YDD) olduğunun altını çizer. YDD’nin özünün ise toprak devrimi olduğunu her türden revizyonist ve oportünistlere karşı açıkça ortaya koyar. Kaypakkaya sınıfların mevzilenmesi sorununda, devrimin dostlarını işçi sınıfı, yoksul ve orta köylülük, şehir küçük-burjuvazisi ve milli burjuvazinin sol kanadı olduğunu net vurgulayarak, bunlardan işçi sınıfının devrimde öncü güç, yoksul ve orta köylülüğün ise temel güç olduğunu belirtir. Kaypakkaya, Kürt ulusunun varlığının inkar edildiği, devrimci saflarda dahi ulus olarak görülmediği bir dönemde, ülkemizin çok uluslu bir ülke olduğunu, tüm çarpıtmalara ve inkar politikasına karşı çok açık ifade eder. Türklerden başka ezilen bağımlı ulus olan Kürt ulusu ve diğer azınlıkların bulunduğunu ve bunlar üzerinde milli zulmün azgınca sürdürüldüğünü, asimilasyon ve soykırımın ise faşist devletin esaslı politikası olduğunu kanıtlarıyla ortaya seren Kaypakkaya’nın, önder kişiliği yüreğimizin derinliklerinde yaşıyor. Onu bir kez daha anıyoruz…

DEVRİM İÇİN HER ZAMAN ÖLECEKLER BULUNUR

…gider …gider, nice koçyiğitler gider
Senin de içinde bir oğlun varsa çok değildir
Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki
Yüreğimiz kabına sığmamakta
Örsle çekiç arasında yoğrulduk
Hıncımız derya gibi kabarmakta

İbrahim Kaypakkaya, Mayıs 1973 Diyarbakır

İBO’NUN ANTEP ŞAPKASI, HAYDAR KIMLIĞI*

MUZAFFER ORUÇOĞLU

İbrahim 68 yükselişinin can alıcı çelişkilerini kendi ruhunda hareretle yaşayan bir insandı. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başarılı bir öğrencilik sürecinden geçerek gelmişti. Oldukça zekiydi. 1967’de Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Şubesi kurucu üyeleri olarak 6. Filo’ya karşı yayımladığımız bir bağımsızlık bildirisinden dolayı okuldan ihraç edilip mahkemeye verildik. Bu olaydan

sonra İbrahim, işçi ve köylü hareketleriyle yakından ilgilenmeye başladı. 1969’da Trakya’daki Değirmenköy toprak işgaline gittik. İbrahim toplanan köylülere bağımsızlık ve toprak sorununa ilişkin bir konuşma yaptı. İbrahim ve arkadaşları, işgalci köylülere toprak sorununa dair bir konferans vermesi için Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı götürmüşler. Bu olayı gülerek anlatıyordu. Doktorun elindeki küreği Selçuklu ve Osmanlı toprağına oldukça derin sapladığını, miri sistem, reaya, öşür, avarız akçesi, sipahi, hüccetiye, ihraziye, hüddamiye derken köylülerin esneme, kaşınma ve kestirme sürecine girdiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Konferanstan sonra köylülerin ağzını yoklamış İbo. Bir şey anlamadıklarını, ama alimin ziyadesiyle derin olduğunu, köylerine gelmesiyle de onurlandıklarını, yalnız olmadıklarını, kendilerine olan güvenlerinin arttığını söylemişler.

12 Mart darbesi, bizi İstanbul’dan Fırat’ın ötesine savurdu. Yollarda, garajlarda, kasabaların kenar mahallelerinde, mağaralarında, kömlerde, aç alavan, kaçak, ayrıksı bir yaşama başladık. Bilinen Dev Genç’li tipi uzun boylu, parkalı, botlu, sarkık bıyıklı bir tipti. Arananların afişleri asılmış, kelleleri veya yakalanmaları mükafata bağlanmıştı. Biz kaşla göz arasında biçim ve künye olarak köylüleşmiş, yani aslımıza rücu etmiştik. Bunun en baş örneği de İbo’ydu. Kafada amca havasını veren bir Antep şapkası, çobanvari bir giyiniş ve lastik ayakkabılar. Koyun cebinde ise fotoğraf hariç herşeyi Haydar Macit’e ait olan bir künye. İbo biçiminden memnun ve iyimserdi. Kafasındaki asgari program, köylüye toprak, halka iş ve demokrasi, ülkeye ise bağımsızlık programıydı. Halkın bu programı darbe şartlarında kolayca destekleyeceğine inanıyordu. Görevine akıl almaz bir inançla sarılmıştı.

Durumumuz iyi değildi. İlişkilerimiz, kitle temelimiz yoktu. Cebimiz delikti. Ciddi bir beslenme ve barınma sorunuyla başımız dertteydi. Heybetli dağları aşıp kaldığım mağaraya geldiğinde, halkın durumunun, bizim durumumuzdan daha iyi olduğunu söyledim ona. Kiremit kızılına çalan yanakları, dağ ayazında patlayan kılcal damarların etkisiyle iyice kızarmıştı. Sağ yana yatarak sol elini ateşe doğru uzattı. “Yanılıyorsun” dedi. “Halkımız ve ülkemiz yoksul ve esirdir, biz ise özgürüz. Karanlık bir dünyaya karşı yürüyoruz. Sen aydınlanmayı karanlığın en koyu olduğu yerden başlattığının farkında değilsin. Şuraya bak.” Odun alevinin mağara karanlığındaki macerasına baktık birlikte. Duman ve çökelek kokusu çökmüştü kayalara. “Çin halkının kara kader ağı, ilk mağaranın ağzındaki örümcek ağının yırtılmasıyla başladı.” Dağlarda tek başıma bir değnekle gezdiğimi, vahşi hayvanlara karşı savunmasız olduğumu söyleyince güldü. “Cebinde her zaman kapağı kırmızı bir kitap taşımayı unutma.”

Son görüşmemiz kışın en şiddetli ayında, Ocak’ta oldu. Bir arkadaşıyla birlikte karlı uçurumlu dağları aşarak kaldığımız mağaraya gelmişti. Ateş yakmıştık, ama ısınamıyorduk, önümüzü kavuran, arkamızı savuran belalı bir kışa kaptırmıştık yakamızı. İçinde bulunduğumuz duruma ilişkin dikkatlice dinledi bizi. “Mağarayı temizleyelim, bir düzene sokalım” diye başladı. “Kışı içeri çeken delikleri kapatalım. Sıcak suyla bir temizleme mekanizması kuralım, beslenme kaynaklarını gözden geçirelim. Bir okuma, aydınlanma programı çıkaralım. Geceleri boş geçirmeyelim. Odun alevinde birisinin okuyacağı kitabı dikkatlice dinleyelim, tartışalım, türküler söyleyelim, fıkralar anlatalım, eğlenelim. Ve en kısa zamanda da halkın arasına dağılalım. Deniz kıyısında minnacık kaya yalakları olur, bazı balıklar o yalaklara düşüp çıkamazlar. Dalgaların yükselmesini beklerler denize açılmak için. Ama dalgalar bir türlü yükselmez. Güneş yalaklardaki suları kurutur. Balıklar yalakların dibine yapışıp kayalaşırlar. Bizim şu andaki durumumuz yalaklardaki balıkların durumuna benziyor. Haydin, şimdi hep beraber kalkıp işe koyulalım, bu mekanı üniversiteleştirelim. Yapacağımız en küçük iş çalışan insanlığın lehine olacaktır. Şu köşeye odun yığalım, herkes hemen kokmuş çoraplarını yıkasın.”

Mağara canlanmış, miskinliğinden sıyrılarak şen şakrak bir uğultuşla ayağa kalkmıştı. Dışarı çıktım. Yer gökle kaynaşmış, tipinin kırbaçladığı yaşam kör edici sonsuz bir beyazlığa teslim olmuştu.

* 9 Mayıs 2002 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazı.

HAKKINDA YAZILANLAR

1. Kaypakkaya ile Birlikte…
(Anılarla Geçmişe Yolculuk)
Cilt: 1
Ali Taşyapan
Belge Yayınları / Yaşam ve Anılar Dizisi

“…Örgütün önderiydi. TKP(ML) nin programına teşkil eden siyasal tezleri tek başına üretti. Bilimsel yöntemin olgulara yaklaşım bileşenleri özümleyen bir mantık silsilesine sahipti. Olgular bilimsel derinlik ve matematiksel yalınlıkla bu mantık tarafından algılanıyor, edebi üslubun akıcılığıyla sunuluyordu. Böylesine yetkin ve üretken bir elemandı İbrahim, TKP(ML) için yeri doldurulamayan bir değerdir…’

2. İbrahim Kaypakkaya

Ser Verip Sır Vermeyen Komünist Önder Hayatı ve Mücadelesi
Nihat Behram
Umut Yayımcılık / Belgesel – Roman Dizisi

Eğer insanlık, gelecete bir komünizm panteonu kurarsa, hiç kuşku yok ki, bu panteonun eskiden adına Türkiye denilen kesiminde, genç ve ateşli bir komünist önderin, bir inanç ve direniş sembolünün, defne çelengi içindeki başına, ışıklandırılmış kasketli başına yer verecektir.

3. Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya

“Bilinmeyen” Yazılar
Ethem Direhşan
Belge Yayınları / Yaşam ve Anılar Dizisi

Kaypakkaya’nın hiç de hak etmediği “ignorasyon”a karşı, hasbel kader katkıda bulunmak amacı ile hazırlanmıştır. Kitabın derleniş amacı, salt bir belgesel olmayı gütmemektedir. Bunun da ötesinde amaç, Kaypakkaya’nın devrimci mücadeleye “ilk” başlangıcından, öldürüldüğü tarihe kadar kat ettiği güzergah hakkında özellikle, yeni devrimci nesillere bir ipucu vermektir. Dolayısiyle, derlenen yazılar bir anlamda Kaypakkaya’nın “bilinmeyen” yazılarıdır. 60’lı yılları araştırmak, devrimci geçmişimizin güzel ve doğru değerlerini, Sol’un da “resmi tarih”ine hapis olmadan inceleyip, bulup ortaya çıkartmak biz genç araştırmacıların tutkusudur ve böylede olmalıdır

4 İbo

Turhan Feyzıoglu
Ozan Yayıncılık – Altınçağ Yayıncılık

İbo nun Şapkası ‘ …Uğrak evlerimizden İbrahim Dayımın Malatya daki evine iki arkadaşın geldiğini ve görüşmek istediğini söylediler. Oral Çalışlar ve İbrahim Kaypakkaya’nın ‘aranıyor’ diye radyodan isimleri anons edildiğinden, saklanmaları ve kamufle olmaları gerekiyordu…. olanaklarımızı zorlayarak Küracik’de Mehmet Ali ve Hacı Özdoğan’ın mezra evlerini onlar için ayarladık. Sıra kamuflaja gelmişti.Oral ile elbise değiştirdim…Sıra Ibrahim Kaypakkaya’nın kamuflajına gelmişti.İlginç bir rastlantıyla bu sorunuda çözdük.Evsahibimiz İbrahim Erdoğan ın evinde bir alacaktan dolayı rehin getirilmiş, Fevzullah isimli İranlı gencin şalvarı, ceketi, şapkasıda Kaypakkaya ya tam uydu.Kıyafetlerini değiştirdikten sonra sıra kimlik yapmaya geldi. Kaypakkaya’yı yeni imajıyla halamoğlu Foto Kemiksiz’e götürdüm….’

5. Mecburum Mecbur değilsin

Muzaffer ORUÇOĞLU
16-31 Ağustos 1993 Özgür Gelecek. Sayı 10

Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda beraberdik İbo’yla. Bir gün geldi, cebinden bir borç listesi çıkardı. “Batıyorum” dedi. “Şu borç listesine bir göz at.” Baktım, borç rakamları sıralanmış baştan aşağı. şaşırmadım. En büyüğü de bana olan borcun rakamıydı. “Sen” dedim, “Türkiye’yi eleştiriyorsun ama, borçlanma siyaseti bakımından hiç farkın yok Türkiye’den”

“Peki ne yapayım?” dedi. “Gel sana biraz akıl vereyim” dedim. Alt kata, kantine indik. Oturduk karşılıklı. Birer oralet ısmarladım. “İlkin” dedim, “sen çok dergi alıyorsun. Varlık, Yeni Ufuklar, Soyut, Yeni Adımlar, Türk Dili, Ant vs vs. Yarısını al bu dergilerin” dedim. Bakışlarının iklimi değişti. “Yoo bunu yapamam!” dedi. “Yapamam” dedi. “Ben bu dergilerde, bazı önemli edebi yazılar var, onları izlemek zorundayım.” “Ohoooo” dedim, “Sen hem karnım doysun hem çörek tam kalsın diyorsun, olmaz!” “Ama sen, emperyalizm gibi kavgamın gıdasını kesiyorsun, olmaz” diye diretince, “başka yolu var mı?” diye sordum. Listesine bir göz attı. Her zaman yaptığı gibi alnının terini avucunun içiyle sildi.

“Ne biçim adamsın” dedi, “Roman yazıyorsun, şiir yazıyorsun ama bir tek edebiyat dergisi okumuyorsun” Cevap vermek istemedim. Sağa sola baktım, “Okumaya zamanım olmuyor, Cumhuriyet’le Türk Solu’nu ancak okuyorum” dedim. “Sana bir teklifim var” dedi, “edebiyat dergilerini ortak alalım.” Teklif hiç hoşuma gitmedi. Cumhuriyet’le Türk Solu’nu alıyordum, birkaç derginin daha sırtıma binmesini istemiyordum. Reddedemezdim de, cebimdeki ve hesabımdaki parayı kuruşu kuruşuna biliyordu. Ben susunca devam etti. “Sen ot gibi yaşamayı benimsemiş bir insansın” dedi, “Dergilere ve yeni çıkan kitaplara para vermiyorsun. Devekuşu’nun başını kuma gömmesi gibi gömmüşsün kafanı okul kitaplığının klasik romanlarına, donmuş, klasikleşmişsin. Yeni siyaset, yeni edebiyat, yeni hayat sana küsmüş. Gel şu edebiyat dergilerinin alımına ortak ol, daha önemlisi bu dergileri oku, tartış, özümle.” Akıl vereyim derken akıl vermeye başlamıştı. “Bi dakka” dedim, “Ben konuşmamı bitireyim ondan sonra önerilerin neyse sen sıralarsın.” Kabul etti gülümseyerek dinlemeye başladı beni. “İkinci olarak” dedim, “Sen çok kitap alıyorsun mecbur değilsin yayınevlerini zengin etmeye” “Mecburum” diye hemen karşı koydu. Bir alacaklı olarak “Mecbur değilsin” dedim, “Başkalarından ödünç alıp okuyabilirsin.” Fesuphanallah dercesine başını iki yana salladı, “Ben” dedi, “Aldığım kitabı döne döne okuyorum, altını çiziyorum, kenar notları düşüyorum cebimde gezdiriyorum. Her kitabı tasarılarımın dayanacağı dokümanların bir parçası ve elimi attığımda hemen bulabileceğim bir kaynak olarak görüyorum.” diye diretince diretmedim. Ödün vermeye alışık bir adam olmadığını biliyordum. “Bak yine sözümü kestin, bırak bitireyim” dedim. “Tamam devam et” dedi. “Sen okul dışına çıkıp da yatılı yemeğine yetişemeyince, lokantaya gidiyorsun.” “Ee ne yapayım bir çorba içiyorum” diye atıldı. “Olmaz” dedim. “Bir çorba içen az salçalı bir pilavla devam eder ki, borçları birikmiş, yoksul, yatılı bir öğrenciye yakışmaz bu. Öğlen yemeğini kaçırdın mı akşam yemeğine kadar sabredeceksin.” Gülümseyerek alnının terini avucunun içiyle sildi. “Sürekli okuyorum gözlerim ağrıyor. Yatılı yemeğine ulaşamayınca mecburum.” İki yudumda bitirdim oraletimi “Sözümü kesme mecbursun” dedim. “Sabah kahvaltısında ekmeğin arasına bir parça peynir koy, kağıda sar, cebine at, acıkınca yersin.” Cevap vermedi. Memnun oldum. Devam ettim. “Bir yıl hiç elbise ve ayakkabı alma. Bak, yeni bir ayakkabı almışsın.” “Mecburdum ayakkabı ayağıma küçük geldiği tabanımı vurduğu halde, altı ay giydim. Sağ ayakkabımın altı delikti üstelik.

” Engin ve alabildiğine iyimser bir havadaydı. Çok daha iknacı bir havada “mecbur değildin” dedim. Ayakkabını haftada bir boyayacaksın. Altı delindi mi, parça kösele vurduracaksın” Arkaya yaslandı, “Ayağına bir numara küçük geliyorsa? diye sordu. “Arkasına basarak terlik gibi giyeceksin” dedim. Cevap vermedi, kafasının yattığına yordum bunu. Gayet memnun, devam ettim. “Kantinden uzak duracaksın. Ben dikkat ediyorum. Sen gece kütüphaneden yukarı çıkıyor, saat sekiz ile dokuz arasında, bir ömür yoğurdu yiyorsun. Kütüphaneye iniyorsun yeniden. İki saat okuyor, yeniden çıkıyorsun yukarı, kantin kapanmadan, saat on birde bir şişe süt içiyorsun” biraz düşündü, “Doğru” dedi gülümseyerek. “Mecburum, midem kazınıyor. Akşam yemeğini saat beş buçukta yiyoruz. Beş buçuktan gece bire kadar okuyorum” bu kadar insafsız olma, beni anlamaya çalış dercesine bakıyordu. Gayet ciddiydim. “Mecbur değilsin” dedim. “Dolabına ekmek al. Ben karavanadan artakalan patatesleri, fasulyeleri, nohutları, eşek baklalarını eziyor, ekmeğin arasına dolduruyorum. Bunu da kağıda sararak sıcak kalorifer radyatörlerinin arasına sıkıştırıyorum, tost gibi oluyor. Acıkınca çıkarıp yiyorum. Sen benim bu yöntemimi bilmiyor musun? Seni zaman zaman, kantin tostu yerken de görüyorum” hemen itiraz etmedi, biraz düşündü. “Senden başka herkes kantin tostu yiyor” dedi.

Sonunda, borçları temizlemek için, bütün “Mecburum’ları” iptal etti, ancak ikisi hariç: kitap ve dergiyi. Bende, iki “mecbur değilsin’i” iptal ettim: Kitap ve dergiyi. Kitapları ve dergileri ortak alacaktık. Ve alınan yeni kitaplarla yeni dergilerin tümünü okuyacaktım. İbo’yu borç batağına batıran asıl unsurdu kitaplarla-dergiler. Bir yıl içinde tüm borçlarını temizledi, bana olan borcu hariç. Okuldan atılıp profesyonel devrimci hayata başlayınca, “Sana olan borcumu, devrimden sonra ödeyebilirim, diyecektim. Ama bunu bile diyemem. Sana olan borcum tarihe karışmış oldu” dedi. Güldüm, “Niye?” dedim. “Çünkü ikimiz de profesyonelleştik. Ömrümüzün sonuna kadar, halk için, karın tokluğuna çalışacağız. Tüm küçük keseler, bir büyük kesede birleşti. Kahrolsun küçük keseler!” dedi.

Mecbursun!” diyemedim.

18 MAYIS’IN ANISINA

GELECEĞE DÖNÜŞ: KAYPAKKAYA RUHUYLA BIR UFUK TURU

Emrah Cilasun Devrimci Demokrasi Gazetesi’nin, 16-31 Mayıs 2002 tarihli 31. sayısından alınmıştır

İbrahim Kaypakkaya uluslararası Maoist akımın medar-ı iftiharıdır.

Bugün O’nun Anadolu toprakları üzerinde inşa ettiği “muhteşem model”in 30. yılını can-ı gönülden kutluyoruz. Kaypakkaya’nın engin devrimci vizyonu olmaksızın, “muhteşem model” telakki edilemez.

Yeni yüzyılda, yeni devrimci nesillerin Kaypakkaya’nın engin devrimci vizyonunu tanıması ve bilmesi kadar doğal bir hak olamaz. Bu yazının amacı, okuyucuyu 30 sene öncesine götürüp, Kaypakkaya’nın yanında onun vizyonu ile bir ufuk turuna çıkartmaktır.

Aşağıdaki yazı, 1996 senesinde Muzaffer Oruçoğlu ile yapılan röportajın bir bölümüdür. Söz konusu röportaj, “Kırmızı Gül Buz İçinde” belgeseli için yapılmıştı. Bir saatlik filmde yer almayan röportajın aşağıdaki bölümleri, Devrimci Demokrasi’nin aracılığı ile ilk defa yayınlanmaktadır. Arabaşlıklar bu satırların yazarına aittir.

Üç görev

Biz görevlendirme yaptık. Şimdi bir yandan gerilla gruplarını örgütle, kitle ile kaynaş, kitleye dayan. Foko kurma şu anda. Bir vurucu çekirdek diyeyim. Küçük vurucu çekirdekler. Köylük bölgelerde hem propaganda faaliyetini yürütecek, hem halkın bağrındaki maddi zenginlikleri tek bir merkezde toplamaya çalışacak ve bu güçle vuracak, dağılacak. Bir bunu öneriyordu. Bir de kadrolara, halkın yaşantısına ilişkin, bölgenin ekonomik ilişkilerine, sorunlarına ilişkin, yani sosyo-ekonomik yapıya ilişkin tespitler yapmamızı istiyordu. “Çalıştığınız bütün bölgelerde istatistiki bilgiler de dahil kendiniz tespit edin. Hepsini bir merkezde birleştirelim. Bütün bunları bir araştırma yazısı haline dönüştürelim ve taktiklerimizi buradan çıkaralım” diyordu.

Bizim kafamıza fazla yatmıyordu. “Yahu” diyorduk, “biz bunu nasıl yapalım?”

Bir de bölgelerde, çeşitli dağlarda, şurda, burda her türlü kitabı, sağ kitaplar da dahil onları depolamamızı, depoladığımız kitapları düzenli bir şekilde aydınlanmış, nispeten daha ileri köylülere, okuma yazması olan köylülere dağıtmamızı ve bunları ağ gibi çekmemizi, dağıtmamızı, çekmemizi… Yani bize “kütüphaneler kurun” diyordu. “Yeraltında gizli kütüphaneler, size halkı getirir. Yeter ki siz o kütüphaneleri dağıtın” diyordu. Bu üç nokta onun üzerinde durduğu noktaydı. Yani bir kütüphane. İki gerilla gruplarını örgütle, silahlandır. Üç, araştır. Bizim bölgede kadroların önemli bir bölümü belki de bunu bilmiyordu ama, en ileri kadrolar yani bölge komitesine bunu öneriyordu.

İdeolojide inatkar olmak

Bir de inatçılığı vardı. Tartışmada karşısındaki insanın ikna olmayacağını anladığı anda tartışmayı bırakıyordu. Tartışmayı bırakışı da çetin bir tartışmanın ardından oluyordu. Küfür, ben rastlamadım onun mizacında. Dilde iknacı ve yumuşak bir dil. Ama fikirlerini savunmada ödünsüzlük, hatta zaman zaman banazca bir katılık vardı, fikirlerini savunmada. Bazen pratik sorunları tartışırken bizi şaşırtıyordu. “Bak doğru” diyordu, “ben bunu yanlış yapıyorum”. Ben şaşırıyordum. Lan diyordum, bu kadar inatçı, bu kadar illet bir adam bunu nasıl söyledi. O zaman kavrayamıyordum ama, pratik sorunlarda yahut taktik sorunlarda şurda, burda, “Arkadaşlar doğru, bu konuda ben yanıldım” diyordu. “Siz doğrusunuz, şundan dolayı da doğrusunuz” deyip, açıklamaya gidiyordu. Ben sonradan kavradım ki siyasi sorunlarda hiç böyle bir şeye girmedi. İdeolojik sorunlarda da hiç böyle bir şeye girmedi. Hep pratik, kişisel hatalar konusunda, bölgedeki davranışlar konusunda, örgüt içi sorunlar konusunda bunları yapıyordu.

Kitlelerden öğrenmek

İbrahim Kaypakkaya’nın bölgelerde çalışırken şöyle bir şeyiyle karşılaştım. Diyelim köye giriyor, köye girdiğinde ihtiyar kadınlara mesela soru sorması, onları deşmesi, bu erkeklerin zoruna gidiyordu. “Ulan bizi bıraktı, ihtiyar kadınlarla uğraşıyor” diyorlardı. Şeyi hemen sırıtırdı, onlara en çok şeyi soruyordu. Bir geçmişlerini soruyordu, bir o günkü yaşantılarına ilişkin görüşlerini alıyordu. Bundan kalkarak “Ne düşünüyorsun, ülkeye nasıl bakıyorsun, ne diyorsun bu iş nereye varır” diye… Ortam, İbrahim Kaypakkaya ile ihtiyar kadın sohbetine dönüşüyordu. Tabi tanınmadığı için “o oğlan yine daldı kadınlara” diye birkaç sefer tanık oldum. Köy erkeklerinin dikkatini hep böyle çekerdi. Sonra gelirdi, o kadınlarla sohbetlerinde tespit ettiği şeyleri bana anlatırdı. Gerek, şimdi bunlar Kürt bölgesi olduğu için, geçmişteki isyanlara ilişkin hem de, kadının o günkü yaşamına ilişkin karakteristik noktaları tespit eder, “Bunları kazanmanın yolları” derdi, “bunların hayatları bize ne söylüyor? Bir yığın şeyler söylüyor ama o bir yığın söylenen şey içinde bir yığın altın şeyler var” diyordu. “Onları gerçekten de bir bütün olarak, büyüleyen, yani onlara anlam veren o altın şeyleri bizim yakalamamız halinde, yani onları sınıf mücadelesinin konusu haline getirmemiz durumunda onları kazanırız” diyordu.

Partiyi adam etmek

İbo’nun partiye üye yapma konusunda bir anlayışı vardı. Bir ara diyordu, “Ben şunu istiyorum; bir kişilik, saf, temiz bir kişilik. İkincisi; devrime bağlılık. Yani burada yürütülen mücadeleyi kasdetmiyorum” diyordu. Yani, ‘bu iş böyle yürümez. bu işin yürümesi için biz fedakarlığımızı ortaya koymalıyız’ diyen; “Okuma yazması olmayan bir insan ve partinin program, tüzüğünü bilmeyen bir insanı, bu kişiliğinden, pratikteki bu kararlılığından, fedakarlık ruhudan dolayı biz partiye alabiliriz” diyordu. Hatta diyordu, “Biz partiyi bu yoksul birikimli insanlarla örersek, bizi buradan biraz zor sökerler ve bu parti de adam olur”. Böyle bir anlayışı vardı.

Yeni partinin yeni dertleri

Malatya bölgesinden pek fazla memnun değildi. Eğer orada ihbarcı muhtarın imhası olmasaydı, belki de Malatya bölgesinde daha değişik öneriler getirirdi. O arkadaşlara karşı güveni vardı. Onları seviyordu. Yani hamal gibi çalışmalarını, fakat ötesi de vardı. Bana geldiğinde zaman zaman söylüyordu. Yani İbrahim’de kısa zamanda sonuç alma, pratik olma önemliydi. Artık bir noktaya gelmişti, fazla konuşanlarla fazla şey olmuyordu. “Yok yok” diyordu, “yeter artık, bıktık artık bu işlerden, sen ne yaptın” diyordu. “Son bir aydır senin yaptıkların nedir, anlat bakalım” diyordu. Ben diyordum, “Sen değişmeye başladın, sekterleşmeye başladın” diyordum, “Yok yok siz değişmiyorsunuz, hayat değişiyor, hızla değişiyor, siz böyle giderseniz gelecek yılların altında kalır ezilirsiniz” diyordu. “Hiç önderlik falan da yapmazsınız” diyordu. Böyle bir psikoloji, ruh hali içindeydi. Vallaha İbrahim tahlilci bir insan. Hem insana yaklaşımında, hem de bölgesi söz konusu oldu mu, hep tahlilci yaklaşırdı. Bir de benzetmeler yapardı. Diyelim ki fazla militan, gözü kararlı unsurlar”Bunlar” derdi”bizim solumuzda”. Böyle mütedil unsurlar vardı. Ekabil, “Savaşalım aynı zamanda, durumumuza da bakalım” diyenler vardı. “Bunlar mütedildir, ılımandır.” “Sen” diyordu, “bu kanada giriyorsun galiba.” Biraz daha oturaklı, böyle çok konuşana ama pratikle arası iyi olmayan, pratiği görünce de hafif geğiren ve kusan unsurlar vardı. Onlara diyordu, “Bunlar bizim sağ tarafımızdır”, “Allah bunlardan bizi korusun” şimdi böyle bir eğilimi vardı. Gittiği yerlerde de bunu şaka yolu söylerdi.

Nurhak’ın öğrettiği

Dönem, köstebek savaşını yani, vur yer altına gizlen. Tekrar çık, birleş, vur tekrar dağıl anlayışına göre çeşitli mıntıkalarda yeraltı sığınakları kazma, suni sığınaklar ve bu sığınakları bir kış geçirecek kadar donatmaydı. Bize bu anlayışı veren hem kitle çizgisi idi, hem de Nurhak tecrübesi idi. İbo konuşmalarında sık sık söylerdi, Derdi ki, “Bakın kitle temelinin zayıf olduğu bir yerde hem de iyi silahlarla donatılmış yirmi kişilik bir grup, seyyar bir grup imha edildi.” “Biz” dedi, “bunların izinde yürümeyeceğiz. Bizim anlayışımız farklıdır. Biz kitlelere dayanarak ama; aynı zamanda kitle desteğini güçlendirmek için de daha ileri mücadele biçimlerini, mücadelenin kanlı biçimlerini yürüterek, temelimizi sağlamlaştıracağız.” Şimdi bizim bulunduğumuz bölgede, Dersim’de, hemen hemen on bir tane sanırım- bombalama ortaya çıktı. Ve bölgede geniş fiili durum yaratıldı. Çeşitli, Elazığ’dan, Erzincan’dan, Diyarbakır’dan istihbarattan polis ve asker gücüne kadar, bölgede bir operasyon hazırlığına girme şeyi yaratıldı. Bu kışa denk geldi. Tabi İbo’nun yerleşme anına denk geldi aynı zamanda.

Vartinik öncesi durum

Aralık ayında Dersim’e geldiğinde bir genel durum değerlendirmesi istedi. Bölgesel bir durum değerlendirmesi istedi. Tüm bu propaganda faaliyetlerini, bombalama faaliyetlerini, baskını, halkın durumunu ve kışa ilişkin hazırlıkları dinledikten sonra, sadece şeyi destekledi, yazın verimli geçtiğini ve kitlelerde silahlı harekete karşı ilginin olduğunu, aynı zamanda bu ilginin yanında kışa hazırlıksız girdiğimizi tespit etti. Ve o zaman bizim planımızda, Aralık ayında, birkaç hareket daha vardı. O hareketlerin ertelenmesini önerdi. Ve kışın barınma imkanını iki şekilde koydu. Birincisi, köylere dağılmak. Köylerde propaganda faaliyeti yürütmek, kasabalarla ilişki kurmak, bu arada bölgeler arası ilişkiyi güçlendirmek. Filistin’e adam göndermek, mümkünse kışın Filistin’den Urfa’ya silah sevketmek. Çünkü kıştan sonra baharda bir saldırı, ’73 baharında, yazın da geniş bir saldırı planı vardı kafasında.

Dünya devriminin parçası olmak

Kaypakkaya aslında hayalci idi. Umulmadık derecede hayalci idi. Çin’e adam gönderme, Arnavutluk’a adam gönderme, Avrupa Komünist Hareketleri’yle ilişkiler kurma konusunda geniş tasarıları vardı. Önerileri vardı ama, bunların ne derecede uygulanabileceği konusunda bilemiyorum. Eğilimleri ne idi? “Birincisi İnglizce bilen, diplomasiden anlayan ve yapıcı ilişkiler kuran çalışkan bir arkadaşın Ortadoğu’ya yerleştirilmesi gerekiyor” diyordu. Onun için …’i uygun buluyordu. Ortadoğu’yu savaşın ve diplomasinin merkezi olarak görüyordu. Avrupa’yı sönük, ölmüş bir yer olarak görüyordu. Tabii, dünyada en canlı merkez olarak Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin patladığı Çin’i görüyordu. Çin’in Ortadoğu’daki etkinliğini farketmişti. Ortadoğu kanalıyla Çin’le, Arnavutluk’la ilişkiye geçme, tabii bunun kadar önemli olan Filistin hareketiyle doğrudan ilişkiye geçme, onlarla sıcak ilişkiler kurma, çünkü yeni bir durum vardı. Yeni bir parti kurulmuş ve parti, Kürdistan başta olmak üzere, Türkiye’nin çeşitli kesimlerinde silahlı savaşı başlattığını açıklamıştı. Ve bu konuda ciddi adımlar atmaya başlamıştı. Sık sık söylediği bir şey vardı. Dünya çapında üretilen, komünistlerin ürettiği ama bize ulaşmayan çeşitli dillerden bize ulaşmayan teorinin bize ulaşması gerektiği. Ama bunda Asya’yı ve Latin Amerika’yı ön plana koyuyordu. Asya’yı özellikle. “Biz bunların dersleriyle donanırsak ve kendi derslerimizi de bunlara aktarırsak, enternasyonalizmin, bu görevin bir bölümünü yerine getirmiş oluruz. ve biz kendimizi daha kolay aşarız. Bulunduğumuz bölgelerde, bizzat kör pratikten öğrendiklerimizi öğrenerek değil de, pratikten öğrenmek esas fakat, onların pratikten öğrendiklerini biz daha önce öğrenmiş oluruz. Bizim pratiği yenmemiz, yani zorunluluğu özgürlükle aşma durumumuz daha kolay olur” diyordu.

KAYPAKKAYA’YA İLİŞKİN GÖRÜŞLER

Emir Ali Yağan (Şair): İbrahim Kaypakkaya’nın yüzyılın başında anlamı budur. Dünya zalimlere terk edilmemiştir. Ve bunun bir yazgı olmadığı, sistemin küresel düzeyde bize biçtiği bu pervazsız sömürünün zulmün kader olmadığının ifadesidir. Bu zulüm ve sömürünün ancak halk zoruyla değiştirilebileceği ve de örgütlü halk gücüyle alaşağı edebileceğini anlatıyor.

Haluk Gerger: Bir taraftan Kemalizm’in gerici devletçiliği, şovenizmi ve burjuva karakteri Türk solununun bir kısmını etkiliyor, onu soldan emekten, koparıyor. Bir tür nasyonal sosyalizme doğru götürüyor. İşte bu noktada Kemalizmin, kemalizmle hesaplaşmanın önemini belirten, onun niteliğinin anlaşılmasında çok önemli ideolojik çalışmalar yapmış olan ve onun sınıfsal kimliğini belirleyen İbrahim Kaypakkaya’nın anısı önünde saygıyla eğilmek gerekiyor.

İrfan Cüre: Kaypakkaya benden çok uzak kişilik bir anı değil. Aynı dönemin, aynı kuşağın insanlarıyız. Aramızda iki-üç yaş bir fark vardır. Ancak; Kaypakkaya’yı Kaypakkaya yapan eylemlerin gerçekleştiği tarihsel dönemdir. Şimdi ben o dönemdeki içerisinde yer aldığım hareket ve gerekse Kaypakkaya’nın içerisinde yer aldığı hareketiyle değerlendiriyorum. Bu 71 hareketi denilen hareket Türkiye’nin uzun yıllar Kemalizm, reformizm, milliyetçilik, bürokratik sosyalizm ve bu daha sayabileceğimiz bir dizi melanetin etkisi altındaki, yani at izi ile it izi birbirine karıştığı bir kopuş olup olmadığı onun sürdürüp, sürdürülmediğime bağlıda bir durumdur. Neydi bu? Özellikle Kaypakkaya için ve Kaypakkaya’nın kurduğu, TKP(ML)’yi diğerlerinden ayrı olarak alayım. ‘71 esas olarak, ‘65’lerden itibaren gelişen gençlik hareketi içerisinde en ileri kadroların farklı gençlik hareketlerinin bu sorunları çözme noktasında bir eyleme giriştikleri dönemin adıdır. Bu dönem en üç noktasına ‘71’de ulaşıyor. Bu üç noktaya varan değişik hareketler içinde Kaypakkaya’nın farklı bir yanı var oda şudur: Her üç hareketi belirleyen mevcut sistemle her türlü bağını kopartmak, ve bu sistemi yerle bir etmek. Bu yıkılmaz, karşı gelinmez denilen sistemi alaşağı etmek kararlılığı ile bir atılımdır. Yöntemleri tartışılabilir. Ancak bu kuşak özü itibariyle böyle bir kuşaktır. Bunlar içerisinde işte Kaypakkaya’nını içerisinden geldiği D. Perinçek’in de içinde yer aldığı harekettir. Kaypakkaya 71’de yaşanan bu dönüşüme sonradan katılmıştır. Sonradan katılması onun erdemi veya zaafı diye adlandırmak istemiyorum. O, bu hareket içindeki ideolojik tartışma ve yoğun mücadeleler sonucu onlardan kopmuştur. Bu hareketin gerçekliğini o gün görüyorduk. Ama bunu ispatlamak mümkün değildi. Çünkü o zaman keskin bir Maocu söylemle, eylemde değil ama söylemde dünyayı yerle bir etme tarzını işleyenler bunlardı. Dolayısıyla Kaypakkaya’nın bunlarla mücadelesi son derece önemli. Çünkü bur hareketten kopuş Kemalizm’den cuntacı hareketten kopuştan daha zordur. Dolayısıyla Kaypakkaya’nın buradan kopuşu başlı başına bir devrimdir. Bunu görmek gerekiyor. Bu mücadele İ. Kaypakkaya’ya başka özellikler kazandırmıştır. Onlardan kopuş sadece devlete isyan etmek veya silahla yıkmak değil, esasında bu devleti var eden ve bu devletin kalbi, ruhu olan Kemalizm’e hançeri vurmayı öğretmiştir. Kaypakkaya’nın ilk önemli işlerinden bir tanesi Kemalizm eleştirisidir. Kemalizm eleştirisi ile Perinçek eleştirisinin bana göre doğrudan bağlantısı vardır. Diğer önemli bir nokta bu devletin başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer milliyetleri üzerindeki baskısını en iyi şekilde görmüş olmasıdır. THKO ve THKP/C’den faklı olarak Kaypakkaya’nın kurduğu TKP(ML)’nin böyle bir erdemi vardır. Öncelikle Kaypakkaya’yı böyle değerlendiriyorum.

Yener Orkunoğlu: Ben her zaman kendime şu soruyu sormuşumdur. Eğer bir düşünceye, yani şu düşünce bize dedi ki, İbrahim Kaypakkaya işkencede ser verip sır vermeyen bir insandır. Ben şuna inanıyorum. Eğer bir düşünce çok hızlı bir biçimde yayılıyorsa o düşünceyi engellemezler. Bunu İbrahim Kaypakkaya’nın esas yönünü, yani ideolojik yönünün arka planın açığa çıkarılmaması için. Onu işkencedeki tavrıyla tanınmasını isterler. Onun için İbrahim Kaypakkaya’yı şu çerçevede anlamak lazım. Kemalizm’den gerçek anlamda ilk kopuşu sağlayan biri olarak algılamak lazım. Diğer yandan bugünkü genç kuşağa ne söylenebilir. Bence kişiyi ne putlaştırmak lazım, nede inkar etmek lazım. Yani yapılması gereken gerçek durum neyi ifade ediyorsa, gerçek koşullar neyi emrediyorsa ona uygun davranılmalı diye düşünüyorum.

Ahmet Telli: İbrahim Kaypakkaya ile bu yakınlaşmam okul dönemiden başlar. Hem aynı kuşağın hemde aynı yaşıtta olmuş olmamız; ki, İbrahim benden birkaç yaş daha gençti. Yaşamış olsaydı, eğer benimle aynı yaşta olacaktı. Onun için İbrahim’le böyle yakın tanışıklığım var. İbrahim sadece benim okul arkadaşım olarak kalmayıp, bu ülkenin çocuğu, bu ülkeye bir duyarlılık ve bu ülkenin geleceğini kuran bir ütopyanın temsilcisidir, O. İbrahim’in direnişçi yönü kuşkusuz ki önemlidir. Öğrenilmesi gereken yanlarından bir tanesidir. Fakat bir kişiyi şu veya bu yanıyla ortaya çıkarmak, yada öne çıkarmak gibi bir kaygıya düşmemek gerekir diye düşünüyorum. Onu bütün yönleriyle, yani onu direnişçi yanını görüp, düşünen yanını görmemek olmaz, yada düşünen yönünü görüp, direnişçi yanını ikincil gibi göstermek gibi bir şey olamaz. Hani bir söz vardır. Eşitler arasında birincil diye bir kavram vardır. Eşitler arasında burada eşitlik vardır. Yani hem direnişçi yönüyle, hem de düşünen yönüyle.